7 Kasım 2012 Çarşamba

No (2012)


Film ekiminde kaçırmayıp izleyebildiğim kadarıyla (büyük çoğunluğun beğendiği Jagten'i kaçırdım maalesef), en beğendiğim film 2012 yapımı "No". Filmin ismi anladığımız gibi hayır demek ama bu İngilizce'deki değil İspanyolca'daki No, çünkü film Şili'de geçiyor.


Film 1973 yılında Salvador Allende hükümetini devirerek iktidara geçen Pinochet'in, uluslararası baskılara dayanamayarak iktidarına devam edebilmek için halk oylamasına gitmek zorunda kalmasının ardından gelişen olayları anlatıyor. Bu oylama için "Evet"çiler ve "Hayır"cılar her gün resmi televizyonda yayınlanmak üzere 15er dakikalık tanıtım filmleri çekeceklerdir. Bu sırada başarılı bir reklamcı olan René'ye (magnifico Gael Garcia Barnel), "Hayır" kampanyasına katılması için teklif gelir. Patronu "Evet" görüşünü savunduğu ve bu kampanyaya katılmasını istemediği için tereddütte kalan René, biraz da ailesinin ve sorunlu evliliğinin etkisiyle teklifi kabul etmeye karar verir.
Bundan sonra kampanyaların aşama aşama nasıl geliştiğini, iki kampanyanın birbirinden nasıl etkilenip nasıl birbirlerine laf attıklarını, geçmişten gerçek görüntüler eşliğinde izliyoruz. Sanırım filmin en keyifli yeri de bu kısımları.Gerçek bir hikayeden uyarlandığı için filmin mutlu sonla bittiğini yani Pinochet'in referandumu kaybettiğini söylersem kimse kızmaz umarım. Şili'li diktatörün yaptıklarına öfkelenerek, azmedip darbeci rejimi devirebilen Şili'lilerle övünerek, biraz da bizde olsa kesin "Evet" çıkardı diye hayıflanarak terkederiz salonu. Son olarak filmde kullanılan bir şarkıdan alıntıyla "No me gusta no, no le quire no!"...

24 Eylül 2012 Pazartesi

Film Ekimi 2012 Programım

En son İstanbul Film Festivali'nde izlediğim filmleri yazıyormuşum, mecburi yoğunluklar sebebiyle (master bitişi, iş arayışı, taşınma vs.) gene bir film festivali programıyla dönüyorum bloga. Umarım bundan sonraki ara bu kadar uzun olmaz. Merak edenler için Film Ekimi 2012'de benim seçtiğim filmler aşağıdaki gibidir sevgili film severler.

29 Eylül Cumartesi
11.00 Hayalimdeki Aşk (Atlas)
16.00 Marley (Beyoğlu)
21.30 Aşk (Atlas)

30 Eylül Pazar
11.00 Savaşın Gölgesinde (Beyoğlu)
19.00 Onur Savaşı (City's)

2 Ekim Salı
19.00 Meleklerin Payı (City's)
21.30 Düşler Diyarı (City's)

3 Ekim Çarşamba
21.30 No (Beyoğlu)

4 Ekim Perşembe
19.00 Tetikçiler (City's)

5 Ekim Cuma
21.30 Kara Oyun (City's)

7 Ekim Pazar
16.00 Katil Joe (Beyoğlu)
19.00 Acı (Beyoğlu)

22 Mayıs 2012 Salı

Oslo, 31 August (2011)

Festivalde izlediğim bir diğer Norveç filmi Oslo, 31 Ağustos. Hodejegerne'den sonra bu filmi de izleyince, Norveçlilerin iyi film yaptıkları konusundaki görüşüm pekişmiş oldu.


Filmin konusuna gelecek olursak, rehabilitasyondan bir iş görüşmesi için bir günlüğüne ayrılan Anders, bu günü uzun süredir görmediği arkadaşlarıyla, kız kardeşiyle görüşmek ve eski yaşamına bir günlüğüne de olsa geri dönmek için kullanır aynı zamanda. On aydır temiz olmasına rağmen iş görüşmesi rehabilitasyon sürecinin meydana çıkmasıyla Anders için umutsuz bir hal alır, en iyi eski arkadaşlarından biri artık evli ve çocuklu bir adamdır, eski hareketli ve popüler olduğu gece yaşantısını denediğinde ise eskisi gibi tat alamadığını ve ne kadar kalabalık ortamlarda olsa da kendi içinde yalnız olduğunu hisseder. Anders'ı oynayan Anders Danielsen Lie'nin başarılı oyunculuğu sayesinde biz de hissederiz aslında.


Konusundan da bekleneceği gibi biraz durağan geçen film, gene de sakin Oslo manzaraları ve güzel bir görsellik sunuyor bizlere. Hikayesi biraz karanlık ve depresif olsa da, aslında gelişmiş bir ülke olan ve herkesin mutlu mesut yaşadığını sandığımız bir yerde bile mutsuz, bağlanacak bir şeyler arayan insanların öyküsünü oldukça gerçekçi bir şekilde sunmayı başarıyor. Filmin gala gününe yönetmeni ve başrol oyuncusu gelememişti, fakat oyunculardan bir tanesi olan Ingrid Olava'yla tanıştık. Filmdeki gibi sıcak ve samimi birine benziyordu, film İstanbul Film Festivali'nde altın laleye de aday gösterildi fakat sanırım sadece jüri özel ödülü gibi bir ödül aldı. Meraklısına önerilir...

21 Mayıs 2012 Pazartesi

Hodejegerne (2011)


Roger Brown (Aksel Hennie) , bir şirkette insan kaynakları uzmanı olarak çalışan 1.68 boyunda bir adamdır. Kendince boy dezavantajını (ki filmin Norveç'te geçtiğini düşünecek olursak, oldukça büyük bir dezavantaj) avantaja çevirmek için zengin olmayı kafasına koymuş ve bunun için de bir güvenlik şirketinde çalışıp ona yardım eden arkadaşı sayesinde pahalı sanat eserlerini evlerden çalarak, kara borsada satmaktadır. Karısı Diana'ya pahalı hediyeler alarak, güzel bir evde yaşatarak mutluluklarını korumaya çalışmaktadır.

Her şey yolunda gidiyorken Diana'nın sergi açılışına gelen Clas Greve'le (Game of Thrones'da Jamie Lannister'ı oynayan Nikolaj Coster-Waldau canlandırıyor) tanışmasını, sanat eseri hırsızlığı için çok büyük bir fırsat olarak gören Roger, işin içine girdikçe aslında işlerin düşündüğünden çok daha farklı olduğunu anlar ve kendini büyük bir karmaşanın içinde bulur. Tabi biz seyirciler de aynı karmaşadan nasibimizi alırız.




Filmin merak uyandıran açılış sahnesinden sanat eseri hırsızlığıyla ilgili bir film izleyeceğimi sanan ben, filmi yüz dakikalık süresi boyunca soluksuz izledim ve film değişik yönlere doğru gittikçe, şimdi ne olacak acaba sorusunu kendime sormadan edemedim. Filmin senaryosu bana göre o kadar ustalıkla yazılmış ki, sona gelinceye kadar hangi karakterin doğru, hangisinin yalan söylediğini; ya da hangi karakterin konuda ne gibi bir işlevi olduğunu tam anlamıyla çözemiyorsunuz. Bu bakımdan da önceden her şeyini tahmin ettiğimiz filmlerin bir adım önüne geçiyor bu film.

İstanbul Film Festivali'nde izleyebildiğim 2011 yapımı bu filmin festivalden sonra gecikmeli de olsa normal sinemalarda da gösterime gireceğini düşünmüştüm ama girmeyecek sanırım. Halbuki klişe Hollywood macera filmlerinden sıkılanlara ilaç gibi gelebilirdi, o yüzden özellikle hep aynı tür macera filmleri izlemekten sıkılmış ama bir yandan da türden vazgeçemeyenlere öneririm. Yalnız "izlerken yanınıza bir adet oksijen tüpü alın, zira soluksuz kalacaksınız!"(alıntı).


9 Nisan 2012 Pazartesi

Faust (2011)

İstanbul Film Festivali'nde izlediğim ikinci film olan Faust'u yazmaya ancak zaman bulabildim. İsminden de anlaşılabileceği gibi film, Alman yazar Goethe'nin gerçek bir doktorun hikayesinden esinlenerek yazdığı çok bilinen eseri Faust'un yeniden uyarlaması.



Goethe'nin Faust'unu okumaya henüz fırsat bulamadım, fakat kitabın genel olarak ruhunu şeytana (kitaptaki adıyla Mephisto) satan Dr. Faust hakkında olduğunu biliyorum. Okuduğum yorumlara göre film kitapla birebir gitmiyor, hatta sadece kitabın ana fikrini temel alarak kendisi daha farklı bir hikaye sunuyor bizlere. Filmde, bilgi arayışı içinde olan fakat insan cesetlerini incelediği halde asla ruhu bulamadığını söyleyen Dr. Heinrich Faust, yaşamını sürdürebilmek için para arayışındayken Mephisto'yla tanışır ve kısa sürede Mephisto'nun aklına girmesine ve onu ayartmasına izin verir. Zamanla Mephisto'dan istediği sadece para ve bilgiyle sınırlı kalmaz ve Margarete ismindeki bir kadına saplantılı hale gelir. Bundan sonra Faust ve Mephisto arasındaki diyaloglarla yaşadıkları karanlık ve pis görünen kasabada tuhaf bir yolculuğa çıkarız.




Filmin yönetmeni Rus Aleksander Sokurov, diğer bir ünlü Rus yönetmen Andrey Tarkovskiy'in takipçisi olarak gösteriliyor. Filmin o farklı renk kullanımını ve atmosferini gördüğümüzde, yönetmene neden böyle dendiği anlaşılıyor aslında. Sokurov bu filmi, güç hakkında çektiği dörtlemesinin son filmi olarak çekmiş. Daha önceki filmleri Hitler'i anlattığı Molokh (1999), Lenin'i anlattığı Telec (2000) ve Japon imparatoru Hirohito'yu anlattığı Solnzte (2005) imiş. Molokh'la Cannes Film Festivali'nde en iyi senaryo ödülünü alan yönetmen, Faust ile de Venedik Film Festivali'nde Altın Aslan'ı almayı başarmış.



Filmden hemen önce içtiğim yarım şişe şarabın etkisi oldu mu bilmiyorum ama bu film beni kesinlikle bambaşka dünyalara götürdü. Gerçek dünyadan koptuğumu, ki benim bir filmden beklentim budur, bambaşka dünyalara girdiğimi hissettirdi. Öyle ki film bittiğinde şarapla başlayan baş dönmem, filmin etkisiyle sürmeye devam ediyordu. Gaz dövüş filmi Serbuan Maut'un aksine film bittiğinde alkışlayan 3-5 kişiye sosyal medyada, kendini bilmez 3-5 kişi alkışladı gibi laf edilmesi festivale bilet alanların bile nasıl filmler beklentisinde olduğunu gösteriyor sanırım. Gene de festival sayesinde bu filmi izleyebildiğim için çok memnunum, şiddetle tavsiye ederim. 

5 Nisan 2012 Perşembe

Serbuan Maut (2011)

Daha önce yazdığım, festivalden seçtiğim filmlerden izleme şansını ilk bulduğum 2011 Endonezya yapımı aksiyon filmi Serbuan Maut, yani ingilizce adıyla The Raid: Redemption. Filmi ilk gösterimi olan cumartesi günü geceyarısı seansında izledim. Geceyarısı çılgınlığı bölümünde gösterildiği için hızlı tempolu, bol aksiyon dolu bir film izleyeceğimin bilincindeydim ama iki saat boyunca sadece dövüş izleyeceğimin farkında değildim açıkçası.




Filmin konusuna gelecek olursak, bir SWAT timi daha önce kimsenin kolay kolay girmeye cesaret edemediği ve girenlerin de başarısız olduğu, suçlularla dolu bir binaya, binanın başındaki uyuşturucu patronunu yakalamak için gönderilirler. Başlarda sorunsuz ilerlerken, binaya girdiklerinin farkedilmesiyle ve uyuşturucu patronunun binaya girenlere müdahale edenlere ücretsiz konaklama vaat etmesiyle başları derde girer ve altıncı katta sıkışırlar. Bundan sonra ekip için çıkış yolunu bulma mücadelesi başlar. 





Filmle ilgili bir çok yorum okudum, genelde bütün yorumlar filmin son yılların en iyi aksiyon filmi olduğu yönündeydi. Bunları okuyunca ben başka bir filme mi gittim diye düşünmeden edemedim. Çünkü film, başlarda insanı oldukça gerse ve perdeye kilitlese de daha sonra sadece dövüş sanatları izletmekten öteye gidemiyor. Başrol oyuncularının 10 yaşından beri dövüş sanatlarıyla uğraşan Iko Uwais ve Endonezya Judo şampiyonu Joe Taslim olmasından sonuna kadar yararlanılıyor. Bir kaç yerinde karakterlerin geçmişlerine göz atacak gibi olsak da, çok küçük detaylar harici bir yere varamıyoruz. Bir kaç yerde de iyi polis,kötü polis olayına girecek gibi oluyor ama onu da çok başaramıyor. Genelde herkes öldürülmesi imkansız olan Mad Dog'un (uyuşturucu patronunun sağ kolu) iki kişiyle dövüştüğü muhteşem(!) sahneden sonra kopan alkışın sahnenin güzelliğine olduğunu düşünmüş, ama ben o alkışı duyduğumda boynuna cam saplanan adamın bir türlü ölmeyişinin ve iki adamla birden dövüşmeye devam etmesinin bittiğine sevinilip herkesin içinden "Oh, sonunda" hisleri geçerek alkışladığını düşünmüştüm. Bazı sahnelerde polislerin arkadaşlarının ölüleri başında ağıt yakarken arkadan gelen adamları farketmeyişleri gibi klişelere bile yer verilmiş. Gene de bu kadar iyi yorum almış bir filmi görmek isteyebilirsiniz, ama Linkin Park'tan Mark Shinoda'nın müzikleriyle gaza getirmeye çalışan bol bol dövüş sahnesine hazırlıklı olun derim.






3 Nisan 2012 Salı

31. İstanbul Film Festivali

Sinemaseverlerin bildiği gibi 31. İstanbul Film Festivali bu cumartesi 31 Mart'ta başladı. 15 Nisan'a kadar sürecek festivalde 200'den fazla film olduğu için seçmekte oldukça zorlandım açıkçası. Ama uzun araştırmalar sonucu listemi 15-16 filme kadar indirebildim. Aşağıda bahsedeceklerim de zamanı uygun olan ve bilet bulabildiklerim. Şu ana kadar sadece birini izleyebildim ama izledikçe yorumlarını yayınlamaya devam edeceğim, şimdilik hala gitmek isteyen varsa fikir edinebilmeleri için festival sitesinden de bulabileceğiniz özetlerini yazıyorum.


1. Barbara
2012 Berlin Film Festivali'nde en iyi yönetmen dalında gümüş ayı alan film, Doğu Bloku'nda kırsal bir hastaneye sürülen ve kaçma isteğiyle çocuk cerrahı başka bir doktora duyduğu aşk arasında kalan bir kadını anlatıyor.





2. Kafa Avcıları (Hodejegerne)
Norveç yapımı film, insan kaynakları uzmanı ve sahip olduğu lüks yaşamı koruyabilmek için ikinci iş olarak sanat eseri hırsızlığı yapan Roger'ı anlatıyor. Roger, bir açılışta tanıştığı ünlü bir tablo sahibi Clas'la fırsatı değerlendirmek ister. Oyuncu kadrosunda Game Of Thrones'tan Jamie Lannister'ı görüyoruz. Dizideki rolü gibi kötü bir rol olup olmadığını film esnasında anlayacağız. Genel olarak başarılı bulunan film 27 Nisan'da da gösterime girecek.






3. Oslo, 31 Ağustos (Oslo, August 31st)
Aslında konu olarak daha önce başka örneklerini görmüş olsak da, beklentimin yüksek olduğu bir film Oslo, 31 Ağustos. Filmde uyuşturucu tedavisi süren Anders, tedavinin de parçası olarak bir iş görüşmesi yapmak üzere şehre iner. Fakat şehire inmişken, gününü gezerek, geçmişteki tanıdıklarıyla buluşarak ve geçmişteki hatalarını düşünerek geçirir. Filmin galası Cannes film festivalinde yapılmış.






4. Sibirya, Monamur (Sibir, Monamur)
Her ne kadar kahraman köpek vb. filmleri klişe bulsam da, içinde hayvan geçen filmlere karşı bir zaafım olduğunu itiraf etmek zorundayım. Bu filmi seçmemde konusunu beğenmem etkili olduğu kadar, senaryoda bir köpeğin de rolü oluşu etkili oldu. Film, Sibirya'da dindar bir yaşlı adam ile torununun tek dostları bir köpekle, terk edilmiş köylerinde adamın oğlunu beklerlerken evlerini iki eşkiyanın basması sonucu gelişen olayları anlatıyor.







5. Olduğun Gibi Gel (Hasta La Vista!)
Genelde çok komedi filmi seven bir izleyici olmadığım ve programda Antidepresan bölümünde yer verilen filmlere bakmadan geçme eğiliminde olduğum halde, bu film bana ilgi çekici geldi. Bir çok ödül sahibi olan filmde, yirmili yaşların başında hala bakir olan üç genç ilk cinsel deneyimlerini yaşayabilmek umuduyla İspanya'ya doğru yola çıkarlar. Fakat filmi Hollywood'da defalarca yapılan bu tarz filmlerden ayıran özellik bu üç gencin birinin kör, birinin tekerlekli sandalyeye mahkum, diğerinin de boynundan aşağısının felç olması.






6. Faust
İsminden de çıkarabileceğimiz gibi Geothe'nin ünlü eserinin yeniden yorumlaması olan bu film, Venedik Film Festivali Altın Aslan ödüllü.







7. Kabuktaki Çatlaklar (Die Unsichtbare)
Yirmi yaşındaki içe dönük ve hocaları tarafından başarısız bulunan tiyatro öğrencisi Josephine, tiyatro oyuncularından verim almanın en iyi yolunun onları baştan çıkarmak ve ezmek olduğunu düşünen Kaspar'ın elinde ya kendisiyle başa çıkmayı öğrenecek ya da daha kötü hale gelecektir.






8. Roza
İkinci Dünya Savaşı sırasında defalarca tecavüze uğrayan ve fahişelik yapmaya zorlanan Roza'yla savaşı geride bırakmak isteyen yaralı asker Tadeus'un arasındaki bağ giderek aşka dönüşür.







9. Baskın (Serbuan Maut)
Bir SWAT timi, sahibinin bir uyuşturucu tüccarı olduğu apartmana baskın düzenlerler. Fakat uyuşturucu tüccarıyla ortaklık içinde olan her türlü kötü adamın bulunduğu bu apartmana daha önce baskın yapan kimse başarılı olamamıştır. Başta basit bir emniyet operasyonu gibi görünen olayın arkasında aslında daha derin olaylar yattığını film ilerledikçe anlarız. Filmin başrol oyuncularının 10 yaşından beri dövüş sanatlarıyla uğraşan Iko Uwais ve Endonezya Judo şampiyonu Joe Taslim olması, filmin içeriğiyle ilgili biraz ipucu veriyor.









İyi seyirler!

27 Mart 2012 Salı

Something The Lord Made (2004)

Ufak bir aradan sonra gene bir Cnbc-e filminizle karşınızdayım. Tv'de Dvd kuşağında yayınlanan bu film 2004 yılında Hbo için çekilen bir televizyon filmi. Televizyon filmi olmasına rağmen başrollerinde iki bilinen oyuncu Alan Rickman ve Mos Def yer alıyor. 


Film gerçek bir hikayeden esinleniyor ve 1930'larda Amerika'daki büyük bunalım sırasında cerrah Alfred Blalock'un yanında hademe olarak işe alınan siyahi Vivien Thomas'ın hikayesini anlatıyor. Blalock köpekler üzerinde deneyler yaparak kalp üzerine çalışan bir cerrah. Hademe olarak işe başlayan Thomas, kısa sürede çalışkanlığı ve cerrahiye yatkınlığı sayesinde hademelikten üst kademelere yükseliyor ve Blalock'un asistanı haline geliyor. Bu süreçte Thomas için her şey çok çabuk gelişiyor, hatta ilk başlarda biraz klişe olarak hemen zeki ve fakir gencin ilerleyişini izliyor gibi hissediyorsunuz. Fakat daha sonra film farklı bir yöne doğru kayıyor. Blalock'un kendi kliniğinde ilişkileri nispeten sorunsuz ilerlerken, Blalock'un Johns Hopkins'te baş cerrah olarak çalışmaya başlamasıyla, Thomas'ın o dönemde hala devam eden ırkçılıkla mücadele edişini izlemeye başlıyoruz. 


İkilinin Johns Hopkins'e geçmesi aslında Thomas için bir şanssızlık gibi görünürken, olaylar farklı bir hal alır ve ikili blue baby sendromu olarak bilinen (kalp damarlarındaki bir sorun yüzünden oksijen alamayan bebeklerin mavi görünüm kazanması) hastalığın tedavisi üzerine çalışmaya başlarlar. Blalock o zamanlar kalbe müdahale edilemeyeceği yönündeki inanca karşı çıkarak, gene köpekler üzerinde deneyler yapmaya başlar. Bu deneyler sırasında Thomas hastane personelinden kabul görmediği halde, Blalock'un vazgeçemediği ve hatta bazen ameliyatları dahi ona yaptırdığı asistanı haline gelir. Ki ilk bebek üzerindeki operasyonu Blalock yaparken, Thomas yüksek bir basamağın üzerinde durarak ona talimatlar verir. 


Thomas'ın bu büyük katkılarına rağmen ameliyatı yapan fotoğraflarda yer almaması, bugün kalp ameliyatlarında kullanılan bt şant'ın isminin Blalock ve ekipteki diğer bir doktor Taussig'den geliyor oluşu, o dönemdeki ırkçılığın boyutlarını anlamamıza yardımcı oluyor. Öyle ki hastanede tuvaletler bile men(white), men(colored) olarak ayrılıyor. Johns Hopkins gibi bir hastanede ve başarılı bilim insanlarının arasında bile bu denli ırkçılık olmasını, o dönemdeki insanların nasıl düşünüp neye göre böyle davrandıklarını anlamakta zorlanıyor insan. Hikaye buruk olsa da zaman ilerledikçe Thomas'ın hakkının verildiğini gördüğümüzde içimiz biraz rahatlıyor neyse ki. Bu kadar zor koşullarda bu kadar başarılı olmuş bir insanın hayat hikayesi için ve başarılı oyunculuklar için kesinlikle izlenmeye değer bir film...

2 Mart 2012 Cuma

Princes et princesses (2000)

Bu filmi nerde görüp merak edip arşivime katmışım hatırlamıyorum ama geçenlerde ilgimi çekti ve izledim. Michel Ocelot'un hikayesini yazıp yönettiği Fransız bir animasyon filmi. Fransızca dili bana itici gelmesine rağmen, filmin orjinalliği dilinin önüne geçiyordu. Filmde Fransız bir adam ve kadın, hayal ürünü ileri teknoloji bir makineyle düşündükleri hikayelerdeki karakterlerin kostümlerine bürünüyorlar ve bir yönetmen de onların bu hikayeyi anlatmasını sağlıyor. Bu üçlüden 6 tane orjinal hikaye izliyoruz, hikayeler ve film zaten kısa olduğu için fazla ipucu vermemek adına çok kısa bahsedicem hikayelerden.

Prenses ve Elmaslar

İlk hikaye kötü bir büyünün altındaki prensesi kurtarmak için, ormanda kaybolmuş elmasları toplaması gereken bir prens hakkında. İmkansız görünen bu görevi prensin nasıl gerçekleştirdiğini izliyoruz.


İncirci Çocuk

Bu hikaye eski Mısırda geçiyor ve incir ağacı yetiştirip onun üzerinde yaşayan incirci bir çocuğun, kışın mucizevi bir şekilde yetişen incirleri Mısır kraliçesine hediye edişini ve saraydaki kötü niyetli görevliler tarafından kıskanılışını anlatıyor.



Cadı

Kasaba halkının nefret ettiği ve kalesini işgal etmek istediği bir cadıyla sıradan bir kasabalının hikayesini izliyoruz.



Yaşlı Kadının Mantosu

Yaşlı bir kadının mantosunu çalmak isteyen kötü niyetli bir adamın, işler tam tersine döndüğünde neler yaptığını izliyoruz.



Zalim Kraliçe ve Kuşçu

Bu hikaye 3000 yılında yani gelecekte geçiyor ve zalim bir kraliçe ile bir Fabulo eğiticisinin hikayesini anlatıyor.

Prens ve Prenses

Hikayelerin belki de en ilginci bu sonuncu hikaye. Alışık olduğumuz prensesin kurbağayı öpünce prens olması hikayesine benzer olarak, bir prens ve prenses öpüştüğünde neler olduğunu izliyoruz.








Kısa bir yazı olacak ama daha fazla yazarsam filmi izlemenin çok da bir anlamı kalmayacağını düşünüyorum. Resimlerden de tahmin edebileceğiniz gibi, filmin animasyon tekniği de oldukça ilginç ve aslında bir açıdan bizim gölge oyunumuza benziyor. Fazla duyulmamış bu filmi izlemek isteyenlerle paylaşmak istedim. Bir başka filmde görüşmek üzere.

Straw Dogs (1971)

Filmleri içeriğini fazla bilmeden izlemeyi seviyorsanız, izledikten sonra okumanız tavsiye edilir.


Ne zamandır izlemek istediğim ama ancak geçen hafta izlemeye fırsat bulabildiğim bir film Straw Dogs. Aynı isimle 2011'de yeniden çekildi ve oyuncu kadrosuna muhteşem Alexandar Skarsgard'ı (True Blood'daki vampir Eric) dahil etti. Erkek güzelliğinin son soktası olan Alexandar'ı izlemek yerine eskisini tercih etmem yeniden yapımların genelde eskisinden daha iyi olmayacağını düşündüğüm için oldu.

Straw Dogs ismi Çinli filozof Lao-Tzu'nun "Heaven and earth are not humane, and regard the people as straw dogs." sözünden alınmış ve filmin doğasına gerçekten de çok uygun olmuş. Filmde, Amerika'nın karmaşasından uzakta sakince çalışmak için İngiltere'nin bir kasabasına yerleşen matematikçi David Sumner (Dustin Hoffman)  ve karısı Amy Sumner (Susan George), aslında karmaşanın tam ortasına düştüklerini anlarlar. Çünkü Amy, evlerinin yapı işinde çalışan işçilere fazla çekici gelmekte ve işçiler David'in zekasını ve zenginliğini kıskanıp karısı hakkında kötü düşüncelere kapılmaktadırlar. Filmin ilk bir saatinde David ve Amy'nin aralarındaki ilişkiye, işçilerle ufak tefek bir kaç gerginliklerine tanık oluruz. Ama bunlar haricinde çok da bir şey olmaz, hatta iki saatlik filmin neresinde yasaklanacak kadar şiddeti içerebileceğini merak etmeye başlarız. Ancak Amy'nin giysi dolaplarında, kaybettikleri kedilerinin ölüsünü askıya asılmış olarak bulmasıyla şiddetin ipuçları gelmeye başlar. Bu süreçte Amy David'e işçilerle konuşmasını söyler ama David kibar ve pısırık tavrını korur. Hatta işçilerle beraber ava çıkmayı bile göze alır. Filmin en etkileyici sahnelerinden birisi de işte bu esnada gerçekleşir. Av sırasında arkadaşlarının yanından ayrılan Charlie Venner, ki daha önce Amy'yle aralarında bir şeyler olmuş olabileceği mesajı verilmiştir, Amy'nin kapısını çalar ve içeri girmek ister.



Amy de adamı içeri alır ve içecek bir şeyler ikram eder. Fakat Charlie'nin amacının bu olmadığını yavaş yavaş anlamaya başlarız ve izlediğim en ilginç tecavüz/aşk sahnelerinden biri yaşanır. Burada gerçekten Susan George'un oyunculuğunun hakkını vermek gerek sanırım çünkü ilk başta tecavüz gibi gözükse de sahne devam ettikçe yaşananın bir yasak aşk sahnesi mi tecavüz mü olduğunu ayırt edememeye başlarız. 

David'in işçilerin kötü niyetlerini farketmesi için ise biraz daha zaman geçmesi gerekecektir. Zeka geriliğinden dolayı kasabadakiler tarafından dışlanan Niles'ın peşindeki işçiler, bir rastlantı sonucu David ve Amy'nin evine gelirler. Çünkü David Niles'a arabayla çarpmıştır ve doktor gelene kadar onu evinde barındırmak istemektedir. Kasaba halkı sadece Niles'ı almaya geldiklerini söyleseler de iş farklı bir boyut kazanır ve kanlı bir hal alır. Bu süreçte David'in de evini korumak için pısırık halinden, tek bir silahı olmasa bile evini silahlı adamlardan korumak için yaşadığı değişime tanık oluruz.

Aslında bu film, yönetmen Sam Peckinpah'ın çektiği western olmayan ilk filmiymiş, fakat 1984'ten 2002'ye kadar British Film Konseyi tarafından yasaklanmasına rağmen bir çok eleştirmen Straw Dogs'un yönetmenin en başarılı filmlerinden biri olduğu düşüncesinde. Dustin Hoffman'ın oyunculuğuna gelince söyleyecek fazla bir şey yok ama oyuncunun aslında şiddet içerikli filmlerde oynamak istememesine rağmen bu filmde sadece para için oynadığını bilince, insanın işini iyi yapınca hangi amaçla yaparsa yapsın farketmeyeceğini düşünüyor insan. Ne diyelim, aldığı paranın hakkını vermiş. Film sadece Hoffman'ın pısırık matematikçiden şiddet eylemlerinden zevk almaya başlayan adama dönüşmesini görmek için bile izlenebilir. Bunu izlerken, her insanın bastırılmış da olsa içinde bir yerlerde şiddet duygusunu taşıdığını ve bu yönüyle ne kadar medeni olmaya çalışırsa çalışsın, aslında içgüdüleriyle hareket eden bir hayvan olduğunu düşünmeden edemiyor insan. Son zamanlarda çekilen birbirinin aynı filmlerden sıkılanlara ilaç gibi gelecek. İzleyin...




22 Şubat 2012 Çarşamba

You Don't Know Jack (2010)

    Bu sıralar televizyonumdan da daha fazla yararlanabilmek adına Cnbc-e'den filmler izliyorum. Bunlardan en sonuncusu Pazartesi günü gişe filmleri kuşağında yayınlanan 2010 yapımı You Don't Know Jack. Televizyon filmi olarak çekildiği için gişelerde şans bulamadı sanıyorum ama daha önce Golden Globe ödüllerinde Al Pacino en iyi erkek oyuncu ödülünü bu filmle aldığında merak etmiştim filmi. İzledikten sonra Pacino'nun tabi ki de babalar gibi hak ederek aldığını anladım ödülünü.
      Filmin konusuna gelecek olursak, 90lı yıllarda 100'den fazla hastanın ötenazisine yardımcı olarak Doctor Death ismini almış olan Jack Kevorkian'ın hayatı anlatılıyor. Aslında sonradan okuduğuma göre Doctor Death ismi çok daha önceleri takılmış Kevorkian'a. Tıp eğitimini sürdürürken, ölen hastaların kornealarının fotoğraflarını çekermiş. Bunu yapmaktaki amacı da komadaki ve ölen hastaların gözlerindeki farklılıkları gösterebilmekmiş. Anlayacağınız bu ölüm konusunu çok önceleri takmış kafasına Kevorkian.  Filmdeki süreç Kevorkian'ın gençliğini içermiyor ama ötenazi fikrine nasıl aşina olduğunu film ilerledikçe çıkarabiliyoruz. İlk hastasından başlayarak sonuncu hastasına doğru, farklı bir kaç hastasının hikayelerine ve doktorun bu hastalarla görüşme vidyolarına tanıklık ediyoruz. Tabi bu süreçte Kevorkian'ın ötenaziye karşı çıkan bir çok insanla ve yargıyla mücadelesini de izliyoruz.
     Filmde Al Pacino'nun yanı sıra Susan Sarandon ve John Goodman da önemli rolleri canlandırıyorlar. İlk yarım saatte filmin nasıl gelişeceğini pek kestiremeseniz de, hastaların hikayeleri başladıkça filmden gözünüzü ayıramıyorsunuz. Şahsen ben 132 dakikalık film bittiğinde, zamanın nasıl geçtiğini anlayamamış durumdaydım. Al Pacino'nun müthiş oyunculuğu sayesinde sanki gerçek doktoru ve hastalarını bir belgesel gibi izliyormuş hissine kapılıyorsunuz. Ötenazi konusu ise tabi ki tartışmaya açık bir konu. Film her ne kadar Kevorkian'ın hayatı hakkında olsa da tamamen ötenazi yanlısı değil bence. Karşıt görüşleri ve neden karşı çıktıklarını da güzel bir şekilde anlatıyor. Kendi adıma da bazen ötenazinin kesinlikle gerekli olduğunu düşünsem de, çok dikkatli ve kesinlikle bir kaç uzmanın görüşü alındıktan, hasta takip edildikten sonra yapılmasının doğru olduğunu düşünüyorum. Gene de film kesinlikle kendi görüşlerinizi sorgulamanıza yol açıyor ve insanı derinden etkiliyor. Mutlaka izleyin.

18 Şubat 2012 Cumartesi

Western Üçlemesi

     Blog dünyasına yeni katılan bendenizden hepinize selamlar. Öncelikle bu fikri aklıma soktuğu için sevgili Gizem Baştürk'e teşekkürü bir borç bilirim. Bu kadar film izleyen biri olarak ve ilkokuldan beri her zaman düzenli olmasa da günlük tutan ve yazılar yazan biri olarak daha önce aklıma gelmemesi ilginç aslında. Geç olsun güç olmasın diyor ve yazıma başlıyorum.
     Düzenli bir western izleyicisi olmasam da, blog'a başlama zamanım yoğun olarak western izlediğim zamanlara denk geldi. Cnbc-e'de bu ay her perşembe kovboylar gecesi. İlk üç haftasında Sergio Leone'nin western üçlemesi A Fistful of Dollars, For a Few Dollars More ve hepinizin bildiğini düşündüğüm The Good, The Bad and The Ugly yayınlandı. Şubat'ın ilk haftası burda olmadığım için filmleri 2,3 ve 1 sırasında izleyebildim ama burda çekilme sırasına göre yazacağım.

     
     Üçlemenin ilk filmi A Fistful of Dollars (Per un pugno di dollari) 1964 yılında çekilmiş ve Sergio Leone'nin yönetmen olarak ismi geçen ilk filmlerinden. Film, küçük bir kasabaya gelen Joe'nun (tabi ki Clint Eastwood), kasabada biri içki biri silah kaçakçılığı yapan iki güçlü ve düşman aile arasındaki çatışmada yer alışını anlatıyor. Aslında ilk başta sadece para kazanmaya gelmiş birisi gibi görünse de, sonrasında içindeki iyi abi önceliği ele geçiriyor. Filmdeki kötü adam ise ailelerden birindeki en güçlü adam diye tanıtılan Ramon (2. filmde de kötü adam rolünde göreceğimiz Gian Maria Volonte). Film bir buçuk saat gibi bir süreye sahip olsa da, en başta beklediğimiz konudan sapıyor ve filmin içinde kasaba halkının hikayesini anlamamızı sağlayacak detaylara yer veriliyor. İzlemek isteyenlere daha fazla ipucu vermemek için ikinci filme geçiyorum.


 Aslında serinin 2. filmi olan For a Few Dollars More (Per qualche dollaro in piu), benim bu seriyle tanıştığım ilk film oldu. Bu filmde de başroldeki adamımız Monco'yu Clint Eastwood canlandırıyor. Fakat ilk filmin aksine burda ikinci bir iyi adamımız var. O da Colonel Douglas Mortimer'i canlandıran Lee Van Cleef (3. filmde bu filme tezat olarak kötü adam The Bad rolünde izleyeceğiz). Film iki ödül avcısının suçluları yakalayıp adalete teslim edişlerini anlatıyor. Fakat konu ilerledikçe, bir suçlunun (ki daha önce bahsettiğim gibi ilk filmde de kötü adamı oynayan Gian Maria Volonte canlandırıyor) öne çıktığını görüyoruz. İki ödül avcısı da bu adamın peşine düşüp onu yakalamak için bir anlaşma yapıyorlar, fakat film izledikçe görüyoruz ki bu kötü adam El Indio'nun Douglas Mortimer'in hayatında farklı bir rolü var. Bu rolü de filmin sonunda öğrenebiliyoruz.


     Geldik serinin en önemli filmi The Good, The Bad and The Ugly (Il Buono, Il Brutto, Il Cattivo) 'ye. Bu filmde de beklediğimiz gibi iyi adamı ("The Good") Clint Eastwood canlandırıyor. "The Bad" rolünde 2. filmde iyi adam rolünde izlediğimiz Lee Van Cleef var. Aslında "The Bad" rolüne başka bir oyuncuyu düşünen Sergio Leone, daha sonra Lee Van Cleef'i kötü rolde izlemenin ilginç olacağını düşünmüş. "The Ugly" rolüne ise daha önceki filmlerde görmediğimiz Eli Wallach geliyor. Filmde Clint Eastwood'un oynadığı Blondie (aynı zamanda The Good) gene bir ödül avcısı. Fakat bu sefer kendisini aranan bir suçlu olan Tuco(The Ugly)'yle işbirliği içinde görüyoruz. İkisi adalete teslim oluyormuş gibi yapıp, son anda Blondie'nin üstün nişan alma yeteneklerinden yararlanarak adaletten aldıkları parayı bölüşen iki ortak. Angel Eyes (The Bad ismiyle tezat olsa da bence oyuncunun yüzüne cuk oturan isim) ise parasını aldığı sürece her işi yapan ve işini yaparken de önüne gelen herkesi acımadan öldüren kiralık adam rolünde. Hikaye ilerledikçe hükümetten çalınan ve bir yerde saklanan yüklü miktarda paranın peşine düşüyor, bizim iki ortak da bir şekilde bu hikayeye ortak oluyor tabi. Film içinde ortaklıkları sık sık bozulan The Good ve The Ugly ile The Bad'in bu paranın peşindeyken başına gelenleri izliyoruz.
     Genel olarak filmlerin konusundan bahsettikten sonra kısaca yorum yapmak gerekirse, serinin en ünlü filmi 3. film olmasına rağmen ben kendi adıma 2. filmi de oldukça başarılı buldum. Aslında The Good, The Bad and The Ugly'nin bu kadar meşhur olmasının sebebi biraz da Ennio Morricone'nin sonradan bütün kovboy filmlerinin sembolü haline gelen efsanevi müziği. Her ne kadar başroldeki karakterlerin diğerleri silah çekene kadar 4-5 kişiyi bir anda yere serecek kadar hızlı silah çekmesi çok gerçekçi gelmese de; tamamen iyi ve kötü ayrımının yapılamaması (çünkü iyi adamlar bile adam öldürüyor), başarılı yakın plan çekimleri, az ama önemli diyaloglar ve beklenmedik yönde gelişen olay örgüleri, filmleri kesinlikle izlenir kılıyor. Ayrıca Sergio Leone'nin İngilizce bilmemesi ve Clint Eastwood'un İtalyanca bilmemesi sebebiyle, ikilinin filmlerin çekildiği 3 yıl boyunca tercüman aracılığıyla anlaşmış olması da ilginç bir nokta. Sergio Leone'ye Clint Eastwood sorulduğunda, "Onun iki yüzü var. Biri purolu, biri purosuz." diyor. Aslında dışardan kötü gözükse de yönetmen karakteri için istediği özelliği aldığını belirtmek istemiş. Genelde western sevmeyen biri olmama rağmen, bu filmleri izledikten sonra yönetmenin diğer filmlerini de kesinlikle izlemeye karar verdim. Ki diğer filmlerinin arasında gene sinema tarihinin en önemli filmlerinden C'era uno volta il West ve Once Upon a Time in America var. Cnbc-e'de bu perşembe de yönetmenin bir başka filmi A Fistful of Dynamite yayınlanacak. İzlemek isteyenlere duyurulur diyor ve bir başka filmde görüşmek üzere derken karşınızdan ayrılıyorum.